“Ölüme Karşı Koyacak Bir Bitki Yok”: Tarihteki Salgın Hastalıklarla Mücadelede Tüketim Maddeleri

Salgın Hastalıklar ve Alternatif Tıp

*Bu yazı DüşünBil Dergisi’nin 91. sayısında yayımlanmıştır.

Prehistorik dönemlerden beri belirli devirlerle tarih sahnesinde yer alan fakat her seferinde aynı paniği ve hayatta kalma içgüdüsünü bizlere yaşatan salgın hastalıklarla bir kere daha karşı karşıyayız. 2020 yılını daha metalik, daha uzay üssü, daha teknolojik bir yıl olarak beklerken karşılaştığımız bu dört duvar arasına sıkışık hayat, çoğumuza gündelik rutinlerin ne derece lüks eylemler olduğunu hatırlattı. “Nasıl, neden ve niçin” gibi sorulara tatmin edici cevaplar hala bulunmasa da, salgın hastalıklar tarihin satır aralarında hep vardı.

Şu bir gerçektir ki, yerleşik, büyük ve kalabalık toplumların kaçınılmaz sonu salgın hastalıklardır. Kendi bünyesinde bir döngüye sahip salgın hastalıklarla ilgili Diamond: “Sürekli tek tek birilerinin hastalanması şeklinde değil de salgın şeklinde gelen bulaşıcı hastalıkların bazı ortak özellikleri vardır. İlkin hastalığa yakalanmış bir kişiden, onun çevresindeki sağlıklı kişilere çok çabuk bulaşırlar, sonuçta kısa bir zamanda bütün nüfus hastalığı kapar. İkincisi, bunlar şiddetli ‘akut’ hastalıklardır: kısa bir zaman içinde ya ölür ya da tamamıyla iyileşirsiniz. Üçüncüsü, hastalıktan kurtulacak kadar şanslı olanlarımız antikor üretirler, bu antikorlar bize uzun süre, belki de ömür boyu hastalığa karşı bağışıklık kazandırırlar. Son olarak, bu hastalıklar daha çok insanlarda görülür, hastalığa yol açan mikroplar genellikle toprakta ya da başka hayvanlarda yaşamazlar.” demiştir[1]

İçinde bulunduğumuz pandeminin çıkış noktası teorilerinden biri, beslenme alışkanlıkları üzerinden şekillenmektedir. Biliyoruz ki, hayatta kalmak için en temel zaruret yeme-içmedir. Tarih boyunca yeme-içme, insanlığın hayatını biçimlendiren bir etkiye sahip olmuştur. En başa geri dönersek eğer, yaradılış hikâyelerinde Âdem ve Havva’nın ceza olarak dünya hayatına mahkûm edilmelerinin sebebi, yasak meyveden yedikleri içindir. İçerisinde pek çok sembolü barındıran yemek, yüzyıllar boyunca sağlığın da ayrılmaz bir parçası olmuştur. İyi yemek, her zaman sağlıklı olmakla, hastalıkların sebebi ise çoğunlukla yetersiz ya da kötü beslenmeyle ilişkilendirilmiştir.

Modern tıp gelişmeden önce şifalı kabul edilen besin maddeleri ile yapılan karışımlar, ilaç olarak kabul edilmiştir. Ortaçağ’ın dogmatik havasında gelişme imkânı bulamayan tıp, alternatif tıbbın her türlüsünün aktif olarak var olmasına sebebiyet vermiştir. Aslında bu bir bakıma, gelecek nesiller için neyin kullanıp, neyin kullanılmayacağının anlaşılması açısından yararlı olmuştur. Özellikle veba ve kolera için kullanılan tarifler, oldukça ilgi çekicidir.

İnsanlık tarihinin en büyük salgın hastalıklarından biri olarak kabul edilen Kara Ölüm, 1347-1352 yılları arasında büyük bir yıkım yaratmıştır. Başlangıç sebebi hala tartışmalara konu olan veba Asya’da başlamış, gelişen ticaret yolları sayesinde Avrupa’ya ulaşmış, gündelik hayatında anti hijyenik ve kötü beslenen, aynı zamanda da vahim bir sağlık sistemine maruz kalan nüfusun üçte birinin hayatını kaybetmesine yol açmıştır.[2] Tıbbın kadim geleneklerden beslendiği bu yüzyıllarda perhizler, çeşitli yiyecek içecek reçeteleri, ot ve baharat karışımları, salgın hastalıklar özelinde de kullanılmaya çalışılmıştır. Kesin tedavi yönteminin bulunmasının çok zor olduğu bu tür salgın hastalıklarda da, tedavi yöntemleri için pek çok besin maddesi kullanılmıştır.

XIV. yüzyıl Avrupası’nda şeker, tedavi edici özelliği bulunan bir lüks tüketim maddesi olarak kabul edilmiştir. Üretiminin zorluğu, ithal edilme koşullarına gayet elverişli olduğu için kıymeti çok fazla olan şeker, bu dönemde yalnızca eczanelerde satılmıştır. XIV. yüzyılda vebanın merkez üssü haline gelen bu topraklarda çoğu veba reçetesinin içinde şeker bulunmaktadır. Yalnız burada dikkat çeken husus şudur ki, ne kadar kıymetli olursa olsun, şeker daha çok elmas almaya gücü yetmeyecek “fakirlerin” reçetelerinde yer almıştır. Zenginlerin veba reçetelerin-de ise şekerin yerine elmas, inci gibi değerli taşların tozu kullanılmıştır.[3]

XIX. yüzyılın vebası olarak görülen kolera ise, yetersiz hijyen şartları, kirli su kaynakları, eksik alt yapı sorunları yüzünden oluşan enfeksiyon hastalığıdır. Veba gibi kolera da kıtalararası ticaret sayesinde Hindistan’dan başlayıp dünyayı etkileyen bir pandemi haline gelmiştir.[4] Doğu Avrupa’da kolera salgını başladığı zaman insanlar bu hastalığı ,çoğu salgında olduğu gibi, metafiziksel bazı nedenlere bağlamışlar, hastalığa neden olduğu düşünülen kötü ruhları kovmak için evlerin dışına soğan ve sarımsak yerleştirmişlerdir. Sarımsak, başta Ortaçağ olmak üzere çoğu çağda her derde deva olarak görülmüştür. Hekimler, sarımsağı önce vebaya sonra da koleraya ilaç olarak önermiştir. İnanca göre sarımsak bedeni, maddi olarak korumanın dışında, nazar kovucu göreviyle manevi olarak da koruyordu. Kapılara asılan sarımsaklar sayesinde hastalığa sebep olacak ruhlar kaçacak, böylece hastalar şifa bulacaktı. Takdir edersiniz ki öyle olmadı.[5]

Koleraya karşı biraz daha neşeli bir ilaç önerisi ise likördür. Saf alkole çeşitli bitki özsuları, baharatlar ve şekerin katılmasıyla oluşan likör hem vebanın, hem de koleranın çaresi olarak tüketilmiştir. Yüksek alkollü içecek tüketme kültürü ise Kara Ölümün yüzyılı olan XIV. yüzyıl ile birlikte yaygınlaşmıştır. Salgın hastalıklara tam anlamıyla çare olmasa da alkol, psikolojik olarak insanların bir nebze dahi olsa rahatlamalarını sağlamıştır.[6]

Ortaçağ’ın bir diğer ilacı ise sirkedir. Solunum yolu hastalıklarına ve enfeksiyonlara karşı kullanılmıştır. Aynı zamanda sirkeden kullanılan materyallerin temizlenmesi için dezenfektan olarak da yararlanılmıştır. Sarımsağın vebayı tedavi için kullanıldığından bahsetmiştik. Sirke veba tedavisinde şarap ve sarımsağın da dâhil olduğu reçetelerde çokça kullanılmış, bu kullanım XVIII. yüzyıla kadar devam etmiştir.[7]

Baharat, yemeğin tadını gösteren en temel bileşenlerden biridir. Fakat tattan ziyade baharat, bu konu özelinde, şifa için olmazsa olmaz bir konuma sahiptir. Öyle ki, 1660’larda veba tekrar ortaya çıktığında İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, başka bir baharat bulmak için kıtalararası mekik dokumuştur. Bu sefer hekimlerin vebanın tedavisi için uygun gördükleri baharat, muskattır. Doğu Hint Adaları’nda bulunan bu baharatı elde etmek ve bu güzergâhtaki baharat ticaretini ele geçirmek için İngilizler 1652-1654 yılları arasında Hollandalılarla savaşmıştır.[8]

Şu bir gerçektir ki, Ortaçağ Vebası, Ortaçağ hekimlerini ve tedavi yöntemlerini yenmiştir. Hekimler deneme yanılma yoluyla pek çok tedavi geliştirmişler ve çoğu zaman yanılmışlardır. Verilen en meşhur çözüm yolundan biri ise Papa IV. Clement’in hekimi Guy de Chauliac’a aittir: “Fugo cito, vade longe, redetarde.” Yani: Çabuk kaç, uzağa git, hemen dönme.[9] Vebanın durdurulamaması sebebiyle hekimlerin inandırıcılıkları ve güvenilirlikleri halk nezdinde olumsuz etkilenmiştir.

Virüsler, bakteriler ya da hastalığa sebep olan mücbir sebepler ne ise sınıf farkını gözetmeden pek çok insanın canına mal olmuştur. Her ne kadar hastalık sınıfsal olmasa da, tedavi, bakım, beslenme, ilaç, yani yukarıda bahsedilen hastalıktan korunma ve kurtulma yolları pandemilerin de sınıfsal özellikler taşıyabileceğini göstermiştir. Fakat en nihayetinde hastalığın en kötü senaryosu olan ölüm, gençten yaşlıya, zenginden fakire fark gözetmeksizin herkes içindir. Geç Ortaçağ’da yazılmış La Dance Macabre’de geçen bir hekimin sözleri gibi:

“Tıp sanatı benim tutkum olalı uzun zaman oldu.

Bazı hastalıkların tedavisi için,

teori ve pratiği hatmettim.

Ama ne yapacağımı bilmiyorum,

her zamanki otlar ve bitkiler,

ne de başka bir şifa veren ilâç,

faydalı olmuyor artık.

Ölüme karşı koyacak bir bitki yok.”[10]


Toplumların tarihi, yaşanılan olaylarla şekillenmektedir. Salgın hastalıklardan sonra yaşanan değişimleri se mutlaktır. Aslında her salgın hastalık, birer devrim niteliğindedir. Salgın hastalıklar ölümü, açlığı, bunalımları, sefaleti ve kayıpları temsil ederek bu şekillenmenin trajik yanlarını yansıtsa da, başka bir açıdan kazanımların da fazlaca olduğunu görürüz. Ortaçağ için konuşacak olursak eğer bu kazanımlardan ilki, modern tıbbın doğuşu için elverişli ortamın sağlanmasıdır. Dogmatik düşüncenin dörtnala hüküm sürdüğü Avrupa Ortaçağ karanlığında doğru bilinen çoğu şeyin sorgulanmaya tabi tutulmaya başlanması, veba sayesinde olmuştur. Sorgulanabilen, sorgulandığı için gelişebilen bilimin; kötü ruhları kovmaktan daha elle tutulur olduğunun fark edilmesi onu vazgeçilemez kılmıştır. Öte yandan bilim, yanlışlanabilir olduğu için vazgeçilmezdir.


[1] Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, çev: Ülker İnce.İstanbul: Pegasus Yayınları, 2018, s.236

[2] Linda Civitello, Mutfak ve Kültür İnsanın Beslenme Tarihi, çev: Z.Nilüfer Nahya ve Saim Örnek. Ankara Bilim ve Sanat Yayınları, 2019, s.95

[3] Zeki Tez, Lezzetin Tarihi, İstanbul: Hayykitap, 2012, s.264

[4] Fatma Yıldız, 19.Yüzyıl’da Anadolu’da Salgın Hastalıklar(Veba, Kolera, Çiçek, Sıtma) ve Salgın Hastalıklarla Mücadele Yöntemleri (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Denizli, 2014, s.18-19

[5] Tez, a.g.e., s.88

[6] a.g.e. s.264

[7] a.g.e. s.150

[8] Civitello, a.g.e. s.210

[9] Kevin Hargreaves, A History of the Male Nurse, , Bridlington: Lodge Books, 2019, s.37

[10] Haydar Akın, “Felaket Geliyorum Demişti: Ortaçağ’daYaşanan Büyük Veba Salgını ve Toplumsal Yaşamdaki Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme”. Kebikeç. 46(289), 2018, s.289.