Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Statü Belirleyici Bir Tüketim Maddesi: Şeker

İnsan eylemlerinin en önemlisi olan beslenme, yaşamak için temel fonksiyonların sağlanması haricinde bünyesinde oldukça karmaşık birtakım süreçleri barındırır. Beslenme en yalın manasıyla “vücut için gerekli besin maddelerini alma”1 olarak literatürde yerini alsa da, beslenme ile birlikte anılan tüketim ve tüketim süreci beslenmeyi yalnızca yaşamı devam ettiren fonksiyonel bir eylem olmaktan çıkarıp onu kültürün bir parçası haline getirmiştir. İnsanın aktif olarak var ettiği, tanımladığı ve rol oynadığı kültür, toplumun temel dinamiklerinden oluşmuş ve insanla şekillenmiştir. Tam bu noktada beslenme, her aşamasıyla hem biyolojik hem de kültürel bir yapı ortaya çıkarmıştır. Tüketilecek gıdanın belirlenişinden teminine, pişirilmesinden yenilmesine bu süreç tam anlamıyla kültürle çepeçevre sarılmıştır.2

Kişilerin ne yedikleri, nasıl yedikleri, pişirme teknikleri ve beslenme tercihleri çoğunlukla içinde bulundukları coğrafyayla birlikle toplumsal bilinçle doğrudan ilişkilidir. Bu noktada beslenme, kültür ile birlikte kimliği oluşturan yegâne bir öğedir. “İbn-i Haldun beslenmenin, insanların bedeni ve ahlaki bünyesi ve karakteri, dolayısıyla da hem ümranın bizzat kendisi hem de çeşitli halleri üzerinde tesirli olduğunu ifade eder. Gıda ve beslenme, toprağın mümbit ve iklimin müsait olup olmayışına bağlıdır” diyerek beslenmenin ehemmiyetini belirtmiştir.3

Beslenmenin beraberinde getirdiği tüketim süreci ise, beslenme kadar geniş ve karmaşık bir takım süreçleri ve sembolleri içinde barındırmaktadır. “Douglas’a göre besinler ve “yemek yeme” kodlardır; bu kodların da toplumsal olaylar ve toplumsal bağlantıları (hiyerarşi, benimseme ya da dışlama, etkileşimler ve sınırlandırmalar gibi) taşıyan mesajlar şeklinde görülebileceği düşüncesi üzerine temellendirir. Bu bakış açısında “kod” sosyal yapıyı ya da sosyal ilişkileri “ifade etme” aracı olarak kullanılmaktadır.”4

Yemek yeme üzerinden toplumsal ilişkiler bittabi açıklanabileceği gibi, yeme-içme üzerinden kişilerin toplumsal hiyerarşideki yerleri de açıklanabilir. Bazı tüketim maddeleri lüks olarak atfedilip sadece toplumun üst kademelerinde bulunanların erişebileceği biçimdeyken, bazıları ise yoksullukla ilişkilendirilir.5 Bünyesinde pek çok milletin mutfak kültürünü kümülatif bir şekilde barındıran Osmanlı mutfağı; esasen halk ve saray olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu yazının ekseriyetle değindiği saray mutfağı, hiyerarşilerle dolu bir mutfaktı. Padişahın yemekleri Matbah-ı Amire’nin bir bölümü olan Kuşhane’de pişirilirdi. Padişahın mutfağından yükselen kokular her daim birinci sınıf kaliteli gıda maddelerinden oluşurdu. Hangi coğrafyanın hangi ürünü en kaliteliyse, saraya temini yapılırdı. Saray ahalisi bu mutfaklarda pişen her yemeğin tadını bilmez, özellikle dönemin lüks tüketim maddeleri olarak adlandırılan yiyecekler rütbe ve mevkilere göre dağıtılırdı. İşte tam bu noktada şeker, Osmanlı toplumunda hiyerarşinin sınırlarını bariz bir şekilde görebildiğimiz bir tüketim maddesi olmuştur.

“Tatlı Tuz”: Şeker’in Kısa Tarihi

Karbonhidrat ailesine mensup olan sakaroz –yani şeker-, organik kimyasal bir maddedir. Ufaltılmış parça manasını taşıyan şeker ismini, işlenme tekniğinden dolayı Sanskritçe çakıl veya kum olan śakkharā’dan almıştır. En eski tatlandırıcılardan biri olan balın tahtını 17.yüzyılla birlikte şeker kamışı ve şeker pancarının işlenmesi ile tüketilebilir hale getirilen sakaroz ele geçirmiştir.6 Milattan önce 8000’li yıllara dayanan geçmişi ile şekerkamışı Güneydoğu Asya menşeili bir bitki olup, yine milattan önce 510 yılında İran’a getirilmiştir. Yetiştirilmesi ve sonrasında işlenme tekniğinin geliştirilmesi ile birlikte gezgin Budist rahipler bu bilgiyi milattan sonra 600 yılı civarlarında Çin’e götürmüşlerdir. 650 yılı itibari ile de bu teknik Suriye ve Akdeniz bölgesinde öğrenilmiş ve kullanılmaya başlanmıştır. Geçiş noktası olması sebebiyle bu bilgi önce Kıbrıs, Kuzey Afrika ve sonrasında İspanya, Sicilya, İtalya’da; ardından tüm Avrupa’da öğrenilmiştir. Batı şekerle, Venedik sayesinde tanışmıştır.7

Zamanla öğrenilen ve geliştirilen şeker kamışından şeker üretim sürecinin sonunda karşımıza iki türde madde çıkar. Bunlardan biri daha çok macun kıvamında ve koyu altın renginde olan saf madde, diğeri ise rafine şeker olarak bilinen beyaz kristal şeklinde ve tanecikli olandır. Şeker kamışının içindeki balımsı özüt, onu eski çağlardan beri kullanılan bir tatlandırıcı yapmıştır fakat beyaz rafine şeker, karmaşık, teknik bilgi ve emek isteyen bir üründür.8

Özünde şeker bulunan tüm bitkilerden daha yüksek oranda şekere sahip şeker kamışının üretiminin yaygınlaşması ile birlikte şeker endüstrisi oluşmaya başlamış ve bu üretim sürecinin sonunda rafine şeker, varlıklı kesimin tüketebildiği, yeri geldiğinde kralların birbirine hediye olarak gönderdiği, kimi zaman ise ilaç yapımında kullanılan ve kalitelisine erişimin sınırlı sayıda olduğu lüks tüketim maddesi haline gelmiştir.9

Milattan sonra 11. yüzyıldan itibaren Avrupa topraklarında yavaş yavaş tanınmaya başlanan şeker aradan geçen altı yüzyıldan sonra özellikle zenginlerin mutfağının baş tacı haline gelmişti. Bu sebeple şeker tüketimi ile zenginlik yüzyıllar boyunca birbirine paralel ilerlemiştir. İşin belki de en tezat yanlarından biri de, şeker üretiminin aynı zamanda kölelikle özdeşleşmiş olmasıdır. Endüstri devrimi öncesi bu dönemlerde, şekeri imal etmek ve işlemek tamamen insan emeğine bağlıydı ve epey uğraş gerektiren bir işti. Bu sebeple Atlantik Adaları’nda şeker için savaşan Avrupalılar, yine şeker için milyonlarca insanı köleleştirmişlerdir.10

Ne Yersen Osun: Osmanlı İmparatorluğu’nda Şeker ve Statü 

Osmanlı damak tadını bu kadar dikkat çekici yapan şeylerden biri olan tatlı-tuzlu dengesi, Osmanlı Saray’ının en çok kullanılan birimlerinden biri olan ve şekerle yakın ilişkili olan Helvahanenin önemine dikkat çekmektedir.11 Helvahâne, 16. Yüzyılın ilk çeyreğinde kurulmuştur ve başta reçel, helva, macun ve tatlılar olmak üzere turşu, sabun, türlü hastalıkların ilaçlarının yapımı ile yükümlü olmuştur.12 Tatlı, Osmanlı mutfağında her zaman önemli bir konuma sahip olmuş, tariflerde iyi şekerin kullanılması13 tatlıya statü kazandırmıştır.

Helvahane kurulmadan çok daha önce yani Osmanlı Devleti’nin erken dönemlerinde de şekerin ihtişamlı törenlerde tüketildiği görülmektedir. Şekerin tarih sayfalarında ilk defa bir şölen yiyeceği olarak karşımıza çıkması I. Murad’ın oğlu Bayezid’in Germiyan Beyi’nin kızı ile yaptığı evlilik törenindedir. 1382 tarihli bu düğünde, Aşıkpaşaoğlu’nun deyimiyle “şekerler ortaya dökülmüştür.”14 Yine bir sünnet düğününün ihtişamını ve bolluğunu yansıtması açısından, Sultan II. Mehmed’in oğullarına düzenlediği sünnet düğününde şekerlerin oldukça fazla tüketildiğinden söz edilmiştir.15

Lüks tüketim maddesi olma özelliğini yüzyıllarca sürdüren şeker helvahanenin vazgeçilmez ürünlerinden biridir. Fakat saray mutfağında bile çoğunlukla tatlandırıcı olarak bal ve kuru meyveler kullanılmıştır. “15-19. Yüzyıllarda sadece saraya alınan bal ve şeker fiyatlarının incelenmesi bile balın şekerden çok daha ucuz olduğunu göstermektedir. Buna göre, 15. Yüzyılda balın okkası 3,7 akça ile 6,2 akça arasında değişirken aynı dönemde şekerin okkası 25 akça ile 30,5 akça arasındadır. 16.yüzyılda bu oran balda 5,2 ile 16,1 iken şekerde 25 ile 46,7 akça düzeyindedir. 17. Yüzyılda şekerin fiyat üstünlüğü yine devam etmektedir. Balın fiyatı 10-20,8 akça aralığındayken şekerinki 47,2-129,3 akça düzeyindedir. 18. Yüzyılda bal fiyatları 13,7 akça ile 131,7 akça arasında değişmektedir. Buna karşılık şekerinki 83,3 akça ile 480 akça arasındadır. 19. Yüzyılda ise bal 110,5-600 akça seviyesinde iken şeker 331,5-1335,6 akça seviyesindedir”16 Bahsedilen bal ve şeker fiyatlarına bakarak, şekerin lüks tüketim maddesi olduğunu bir kere daha görebilmekteyiz. Şeker, Osmanlı mutfağında çoğunlukla sınırlı sayıda insanın erişebildiği ve kullanabildiği bir tatlandırıcı olma özelliğini yüzyıllarca korumuştur.

XVI. yüzyılda Mısır ve Kıbrıs’ın Osmanlı topraklarında katılması ile birlikte şeker teminatının büyük bir bölümü Arap ve Şam vilayetlerinden karşılanmıştır. Bunun yanında Bursa’dan da şeker temini sağlanmıştır. Fakat yine de teminatın ana ayağını Mısır şekeri oluşturmuştur. Sarayın kullandığı şekerler nebat şekeri, mükerrer şeker ve harci şeker olmak üzere üç tanedir. Nebat şekeri bu şekerler arasında en değerli ve teminatı en az olandır.17

“Cümle sükkerin en iyisi” olarak bilinen nebat/nöbet şekeri çoğu zaman saray ahalisi ve zengin beylerin konaklarında tatlı yapmak için kullanılıyordu. Zenginlerin tatlı ihtiyacına karşılık, halk daha çok bu şeker türüne ancak yapılan öksürük şuruplarının içinde bulunmasıyla ulaşabiliyor ve tadabiliyordu.18

Tüketim maddeleri temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamasının yanı sıra siyasetle yakından ilişkili olmuş, siyasi mevkii ve sosyal statüyü belirleyici bir rol oynamıştır. Divan-ı Hümayun’da verilen ziyafetlerde üst rütbelilere, alt rütbedekilere göre her zaman daha fazla yemek çeşidi ikram edilmiş ve bununla birlikte şerbeti de yalnızca hiyerarşi piramidinin en üstünde bulunanlar tüketebilmiştir. Aynı ziyafet içerisinde daha düşük rütbelilere ise içecek olarak su ikram edilmiştir. Şeker bu bağlam içinde Divan-ı Hümayun’da verilen ziyafetlerin statü belirleyicisi olarak karşımıza çıkmaktadır.19

Osmanlı Devleti’nin ihtişam ve gücünü apaçık bir şekilde gösterebildiği yerlerden biri olan düğün merasimlerinde ise padişahın ve padişahın temsil ettiği otoritenin yani hiyerarşinin en tepesi ve hiyerarşinin kendisini tüketim maddeleri ile pekiştirdiğini görebilmekteyiz. Görkemin had safhada olduğu ve kimisinin günlerce sürdüğü bu törenlerde hükümdar, tebaa ve bürokrasi iç içe olmuştur. Padişahın halk için verdiği yağma töreni olan şeker alayında şeker, çeşitli hayvan, insan, eşya biçimlerde şekillendirilmiş ve halka sunulmuştur. 1582’de Şehzade Mehmet’in sünnet düğünü için yapılacak şeker alayına 119766 akçe şeker satın alınmış ve buna erişemeyen halkın yağmasına bırakılmıştır. Böylece şeker Osmanlı’da güç ve zenginlik unsurunu sembolize etmiştir.20 Halkın gücünün yetmediği bu ihtişamlı tüketim maddesi üzerinden padişah aynı zamanda kendi hükümranlığını pekiştirmiştir.

Şekerin Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri kanadıyla da yakinen bir ilişkisi bulunmaktadır. Yeniçerilere üç aylık ulufe, saray avlusunda yapılan büyük bir ziyafetle verilir ve geleneğe göre sadrazam da dâhil olmak üzere Divan-ı Hümayun üyeleri de bu yemeğe katılırlardı. Yeniçeriler ulufelerini aldıktan sonra eğer memnunlarsa para şeklinde yaptıkları akide şekerlerini sadrazam ve yeniçeri ağasına devlete bağlılıklarının bir nişanesi olarak verirlerdi. Manası “inanarak bağlanma” anlamına da gelen akide şekeri, devlete bağlılığın simgesi haline gelmiştir.21 Ulufe günlerinde imparatorluğun ileri gelen devlet adamlarına verilen şekerin miktarı dahi mevkie göre belirlenmiştir: “Bu şekerden Sadrıâzama beşyüz, Yeniçeri Ağasına ve Sekbanbaşı ile Ocak Kethüdasına ikişer yüz, Başçavuşa elli, Yeniçeri Kâtibine otuz, Muhzır ağaya kırk, Zağarcı, Seksoncbaşılara, Kethüda yerine, Baş yayabaşı ve Baş bölükbaşı’ya yirmibeşer, Turnacıbaşı’ya yirmi, Solak başılarla Hasekilere on beşer, Orta ve Küçük çavuşlara ve Mehterbaşı’ya, Talimhaneci vesaireye keza on beşer dirhem verilirdi. En sonra Muhzırbaşı odabaşısı beş dirhem alırdı.22

Bal ve şeker kullanımı üzerinden yapılacak bir statü belirlemesine yine Divan-ı Hümayun toplantılarında ikram edilen ve saray halkınca çokça tüketilen baklava gibi şerbetli tatlıların has şekerle, fakat yeniçeriler için hazırlanan baklavanın ise büyük bir oranda balla yapılması da örnek olarak verilebilir.23

Baklava kadar önemli ve gözde bir tatlı olan aşure Topkapı Sarayı’nda üç çeşit yapılırdı. Helvahanede aşure Enderun halkı için yapılır ve tatlandırıcı olarak özellikle şeker kullanılırdı. Saray mutfağında yapılan ballı aşure ise Biruna dağıtıldıktan sonra saraya gelen herkese ikram edilirdi. Sadece belirli bir gelir seviyesine ve statüye sahip olanların tüketebildiği diğer bir maddeyi içeren miskli aşure ise padişaha ait olan kuşhane mutfağında pişirilir ve yalnızca padişaha, hareme, sadrazama ve enderun ağalarına verilirdi. Aşure baklava gibi yeniçerilere dağılmazdı, bu sebeple yeniçeriler kendi aşurelerini kendi kışlalarında pişirirlerdi.24

Şeker gibi bir lüks tüketim maddesi ile birlikte anılan ve ondan daha kıymetli bir gıda maddesi olan misk, öylesine kıymetli ve pahalıydı ki 1610’da padişaha sunulacak misk kalmadığı için sarayın miskçibaşısı, tüccarların ithal ettikleri miskin piyasaya girmesini yasaklamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’na Nepal ve Tibet’ten gelen bu kıymetli madde, yalnızca saray ve çevresi tarafından kullanılabiliyordu. Öyle ki misk ticaretine saraydaki miskin bitmesi sebebiyle el konulması, yine bir güç ve ihtişam göstergesidir.25

Bununla birlikte, miskli akidenin de, 19. yüzyılın son demlerinde Ramazan Bayramı’nda yalnızca yüksek tabakalı Osmanlı ailelerinde tüketildiğini ve gelen konuklara ikram edildiğini görmekteyiz.26

Özellikle gelen yabancı konukları ağırlamak, Osmanlı Sarayı için bir çeşit sosyal mevkii taçlandırma seremonisiydi. Türk kahvesi ile birlikte ikram edilen şekerli yiyecekler, ihtişamlı sunumlar, gelen konuğa yapılan bir nevi zenginlik gösterisiydi. 1749’da payitahta gelmiş olan İngiliz aristokratlarından Lord Charlemont’un bu seremoniyi yakından gözlemleyebilmişti: “Reis Efendi’yi sedir üzerinde otururken buldum ve son derece dostça, rahat ve içten nezaketle kabul edildim. Yanına oturtup benimle tanışmaktan memnun olduğunu söyledi ve yolculuklarımla ilgili birçok soru sordu. Kahvenin getirilmesini isteyince hizmetçileri bana bir çeşit rayihalı marmelât dolu bir gümüş kap ve büyük bir altın veya altın kaplamalı kaşık sundular. Tercümanım Pisani’nin talimatları doğrultusunda bir kaşık dolusu yedim. Bu da ardından gelen kahveye şeker yerine geçti. İçtikten sonra kalkıp izin isteyecekken Reis Efendi biraz daha oturmamı rica edip sosyal mevkime uygun bir şekilde ağırlamak istediğini belirtti.Bunun üzerine hizmetçileri bana buzlu şerbet sundu. Türklerce çok tüketilen bu içki, genellikle meyan kökü, portakal suyu ve su ile yapılmaktadır. Bunu tattıktan sonra hizmetçilerden biri uzun ve çok dar boyunlu bir gümüş şişeden ellerime ve giysilerime gülsuyu serpti ve bir başkası Katolik kiliselerinde kullanılan buhurdanlıklara benzer şekilli, kapağı delikli bir gümüş vazo sundu. Meğer içi yanan kokulu maddeler doluymuş ama bilemediğim için maalesef elimi kapağa dokundurup parmaklarımı yaktım. Reis Efendi bu gülünç kazaya keyifle gülerek, neşeli bir tavırla onların âdetlerine uymaya başladığımı görmekten mutlu olduğunu ve kısa zamanda alışacağımı umduğunu söyledi. Sonra Pisani, vazoyu iki elimin arasında tutarak robamın altına sokup kendimi nasıl parfümleyeceğimi gösterdi. Şerbetin ve parfümlerin bu şekilde sunulması Türklerin iftihar göstermek istedikleri saygın misafirlere en yüksek nezaketi sayılıyor.”27

Ezcümle, Osmanlı topraklarında yaşayan tebaa, yıllar boyunca pekmez, bal ve kuru meyvelerle tatlı alışkanlıklarını devam ettirmiştir. Buna karşılık İstanbul zenginleri ve saray ahalisinin balla başlayan tatlandırıcı hikâyesi yerini şekere bırakmıştır. Üretimi ve ulaşılması zor olan bu gıda maddesinin yıllar içinde bir itibar göstergesi halini alması dönemine göre lüksün tüketim merkezi olan Osmanlı sarayı için esasen şaşırtıcı değildir. Devletin otoritesini yansıtması için gıda maddelerini kullanması yeni olmamakla birlikte her geçen yüzyılda içine farklı tüketim maddelerini de bünyesine katıp çoğalmıştır. Yeme-içmenin yalnızca beslenmeden meydana gelmemesi ve içerisinde kültür, güç, otorite gibi kavramları barındırması bu yazı özelinde şekerin gücünü anlamak için mühimdir.

(Bu yazı Toplumsal Tarih’in 340. sayısı için yazılan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Statü Belirleyici Bir Tüketim Maddesi: Şeker” yazısından derlenmiştir.“)

Dipnotlar:

  1.  Türk Dil Kurumu Sözlüğü: Beslenme (https://sozluk.gov.tr/) ↩︎
  2.  Hayati Beşirli, “Türk Kültüründe Güç, İktidar, İtaat ve Sadakatin Yemek Sembolizmi Esasında Değerlendirilmesi,” Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi 58 (2011): 140. ↩︎
  3.  Hayati Beşirli, “Yemek Kültür ve Kimlik”, Millî Folklor 87 (2010): 160. ↩︎
  4. Erhan Akarçay, Beslencenin Sosyolojisi Orta Sınıfların Yeme İçme ve Eğlence Örüntüleri, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2016. s.32 ↩︎
  5. Hayati Beşirli, Yemek Sosyolojisi Yiyeceklere ve Mutfağa Sosyolojik Bakış, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2017. s.27 ↩︎
  6. Zeki Tez, Lezzetin Tarihi Geçmişten Bugüne Yiyecek, İçecek ve Keyif Vericiler,  İstanbul: Hayy Kitap, 2012. s. 253 ↩︎
  7.  A.g.e. s. 254-53
    ↩︎
  8. Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç Şekerin Modern Tarihteki Yeri, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1996. s.59-61  ↩︎
  9. P. Mary Işın, Gülbeşeker-Türk Tatlıları Tarihi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2019. s.26-30 ↩︎
  10. Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç, s.39-73
    ↩︎
  11.  A.g.e. s.17
    ↩︎
  12. Arif Bilgin, Osmanlı Saray Mutfağı (1453-1650), İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2004.
    ↩︎
  13.  P. Mary Işın, Gülbeşeker, s.30.
    ↩︎
  14. Zafer Karademir, “Osmanlı İmparatorluğunda Şeker Üretim ve Tüketimi (1500-1700)”, OTAM, 37/Bahar 2015, s.182-183
    ↩︎
  15.  A.g.e s.183
    ↩︎
  16.  Ümit Ekin, “Bal: Eski Bir Tadın Osmanlı imparatorluğunda Üretim ve Tüketimi”,  Türk Mutfağı, ed. Arif Bilgin ve Özge Samancı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 2015. s.173< ↩︎
  17.  Arif Bilgin, Osmanlı Saray Mutfağı (1453-1650). İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2004. s.205-208
    ↩︎
  18.  P. Mary Işın, Gülbeşeker, s.44
    ↩︎
  19. Artun Ünsal, “Siyasi Güç, Statü, Meşruiyet, İtaat Ve Otorite Mücadelesinin Göstergesi Olarak Yemeğin Sembolizmi”, Türk Mutfağı, Ed. Arif Bilgin ve Özge Samancı. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları:2015. s. 187-188 ↩︎
  20.  Stefanos Yerasimos, Sultan Sofraları 15. ve 16. Yüzyılda Osmanlı Saray Mutfağı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002. s.35-39 ↩︎
  21.  Zeki Tez, Lezzetin Tarihi, s.280 ↩︎
  22.  P. Mary Işın, Gülbeşeker, s.90 ↩︎
  23.  Ümit Ekin, “Bal: Eski Bir Tadın Osmanlı imparatorluğunda Üretim ve Tüketimi”, s.173. ↩︎
  24.  F. Emine Berksan, Matbah-ı Âmire (Saray Mutfağı) (1703-1730), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Tarihi Bilim Dalı Doktora Tezi, İstanbul, 2005, s.25
    ↩︎
  25.  P. Mary Işın, Gülbeşeker, s.100-104. ↩︎
  26.  P. Mary Işın, Gülbeşeker, s.92 ↩︎
  27.  A.g.e. s. 122 ↩︎